Yolun yarısındayım… Otuzbeş yaşımda, hayattan öyle bir tokat yedim ki neye uğradığımı anlamadan kendimi yerde buldum. Bak bahsettiğim öyle böyle bir tokat değil inan bana. Sanki otuzbeş yıl boyunca hayat gerinmiş, açmış kolunu ve tüm gücüyle vurmuş gibi yere yığıldım.
Önce ellerimi koydum. Ne parmak ucu, ne avuç içi… İkisi de yetmedi, kalkamadım. Ağzım, burnum kan içinde, elime de bulaştı. Yerden kalkamadıkça gücüm daha da azaldı ve sonunda durdum, direnmeyi bıraktım. İyi ama neden yemiştim ben bu tokatı? Günlerce, haftalarca hatta aylarca sordum bu soruyu. Cevap vermedi. Ya bana çok kızgındı ya da hâlâ tüm iyi niyetiyle cevabı benim bulmamı istiyordu.
Buldum… O kadar haklıydı ve o kadar yanımdaydı ki benim teslimiyetim orada başladı. Öyle bir cevap buldum ki tüm soruları değiştirerek yeniden sormaya başladım. Tüm bildiklerimi, yani bana beni unutturanları unuttum. Ben otuzbeş yaşımda yaşarken öldüm. Evet, doğru duydun, yeniden doğmak için ölmeden önce öldüm. Sen de bilirsin bütün doğumlar sancılıdır. Ben bu sancıların hepsinden geçerek yeni bir ben doğurdum. Niyazi Mısr-i’nin de dediği gibi “Derman aradım derdime, derdim bana derman imiş. Burhan sorardım aslıma, aslım bana burhan imiş.” Ben içimdeki beni buldum.
Hiç yere düşecek kadar sınandın mı bu hayatta? Eminim bir cevabın vardır. Eğer “hayır” ise bil ki sen de sınanacaksın. Belki de en çok değer verdiklerinle… Önemli olan senin bu süreçleri nasıl okuduğun ve bütün bu yaşadıklarının/ yaşamadıklarının bir sebebi olduğunu görebilmen. İlerleyebilmenin tek yolu bu. Bu sancılı süreçler, senin içindeki sana olan yolculuklar için açılan kapılar. Büyük odaya çıkan odaların kapılarını açabilmeni sağlayacak küçük anahtarların…
Şems-i Tebrizi’nin de dediği gibi “Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?” Önünde iki seçenek var; sabır ve şükür veya isyan ve ızdırap. İkisini de gördüm, ikisini de yaşadım. Dikeni battı diye gülü sevmekten vazgeçme ey dost, o gülü nasıl tuttuğuna bak. Kokusu yakındır.
Hepimiz o kadar katılaşıyoruz, gönül gözümüzü kapatıyoruz ki bu hayat sahnesinde, atlattığımız badirelerle kendimize geliyor, özümüzü hatırlıyoruz. Eminim sen de hissetmişsindir. En aciz, en eksik hissettiğin anlarda içten içe bir samimiyet, arınmışlık ve temizlik hissedersin. İşte o da sensin. İlk giriş cümlelerinde bahsettiğim tokat sonrası yerdeyken, iki tane beni birbiriyle konuşurken buldum. Kavga ettiler, tartıştılar ama uzlaştılar. Biri öldü, diğeri oldu…
Kader yaşayacakların ve yaşamayacaklarının baştan belirli olması demek değil. Kader varacağın noktaya hangi sapaklardan, hangi yollardan, kimlerle birlikte, kimleri geride bırakarak, nelerden vazgeçerek, kaç mola vererek, hangi hızda gideceğindir. Yanlış yollara girsen bile, orada sana konumunu hatırlatacak yeni yüzler, yollar, hikayeler seni bekleyecek. Yeter ki büyük resmi görmesini bil. Yavaşla, düşün, inan ve gönlünü ferah tut. Tevekkül pasif bir yenilgi değil, kabul ve uyumun som bir huzur halidir.
Bir kapı kapanmışsa, bil ki ondan sonraki odanın anahtarı da sende yok. Direnme, girme o odaya. Yapabileceğin ne varsa yaptıysan ve olmuyorsa, senin yolun zaten o değildir. Yeni yollar dene, vazgeçme. Değiştiremiyorsan, değişimin parçası ol. Bazen hiçbir şeyi değiştiremediğini düşünürsün, gücün yetmez, aklın almaz ya işte o anlarda farkında değilsindir ama aslında değişen büsbütün sensindir…