Akşam saat 19:30 sularında Ankara’daki en sevdiğim cadde ünvanını tüm asaleti ile koruyan Tunalı Himi Caddesi’nde spor sonrası eve dönüş yolculuğumun keyfini çıkarıyordum. Herkesin duyduğu ama bazılarımızın bildiği gibi sporun insanın vücudunda ve zihninde yarattığı olumlu his, tüm varlığımı sarmış durumdaydı. Caddenin o akşamki huzuruna eşlik edebilecek bir Norah Jones şarkısı kulağımda, tüm dünya ile iletişimim kesilmiş halde yokuş aşağı süzülüyordum.
Omzumda belli belirsiz bir dokunuş hissettim. Öylesine kaptırmıştım ki kendimi akışa, onu bozacak hiçbir şey istemiyor gibi umursamadım ve devam ettim yoluma ama birkaç saniyelik bir soru işareti de kaldı aklımda. Bu sefer çok daha kararlı ve bizi buluşturacak bir dokunuş daha geldi. Ne işim olsa bırakıp dönmem gerektiğini bir adım daha atmadan anladım. O temasta hissettim yeni bir akışın başladığını ama ne olduğunu öğrenmem karşılığında, hayatımı o akşam değiştirmem gerekecekti…
Kafamı çevirdiğimde daha önce hiç tanımadığım ve belki de bir daha yüzünü görmeyeceğim bir insanı bana bakarken buldum. Bu sıradan bir bakış değildi. Gözlerimin içine derin bir ifadeyle, beni yıllardır tanıyormuş gibi bakıyordu. Akışa güvenerek sustum ve aradığını bulmasını bekledim. O sırada çok kısık bir sesle ve yutkunarak birşeyler söyledi. “Anlayamadım” demekten öteye gidemedim çünkü ben de hipnotize olmuş gibi bakıyordum o sulanan gözlere.
Kendini biraz daha zorladı ve “Çok benziyorsunuz ona.” dedi. Bu sırada sol gözünün kenarından bir damla yaş süzüldü. Silmek istedim, tuttum kendimi. “Kime?” diye sorduğum o sorudan sonraki birkaç dakikayı ömrüm boyunca unutmayacağım. Gözler yaşlı bir şekilde, heyecandan yerin üstünde küçük hareketlerle tepinerek, gücünün yettiği “Benim babam 33 yaşında iken vefat etti. Ona ne kadar benziyorsunuz anlatamam. Gözleriniz, gerçekten aynı.” cümlelerini kurabildi. Ne diyeceğimi bilemedim. Karşımda babasına olan özlemi ile tanımadığı bir adamı gören, durduran, ağlayarak duygularını paylaşan bir kadın var. Ben sarılayım ya da o sarılsın, isterse hıçkıra hıçkıra ağlasın, iyi gelecekse beni tanısın istedim ama sustum. “Gerçekten çok üzüldüm, ne diyeceğimi bilemiyorum” diyerek hiç ayırmadığı gözleri ile yüzüme daha uzun bakmasına müsaade ettim.
Yarım dakikayı geçmişti suskun bakışlarımız. İkimiz de daha fazla dayanamayacaktık… Ya yukarıdaki söylediklerim gerçekleşecekti ya da birimiz bu ruhani buluşmayı sonlandıracaktı. Bunu o seçmeliydi. Gözleri yaşlı bir şekilde “Allah size uzun ömür versin!” diyerek gözleri yaşlı bir şekilde arkasını dönemeden geri geri yürümeye başladı ve sonunda yavaşça döndü arkasını. O ana kadar sadece ona bakmamı istediği gibi baktım. Sonrasında ben de döndüm. Bir daha dönüp baktı mı bilmiyorum ama ben bakamadım. Eğdim başımı önüme, onun karşısında dökemediğim göz yaşlarımı serbest bıraktım. İşte benim o an ruhum büyüdü…
Ben o akşam bir insanı güzel sevmeyi, özlemeyi ve vefayı yaşadım. Ben o akşam henüz hala yaşıyorken senin için önemli olan ne varsa kıymetini bilmenin gerektiğini hatırladım. Ben içimizdeki sevginin ne kadar büyük olduğunu ve bir insanın yüzüne baktığında bile bütün bu enerjiyi korkusuzca çıkarabildiğimizi gördüm. İki insanın, birbirlerinin hayatındaki sahnelerde, nasıl güzel, kısa ama önemli rollere girdiğine tanıklık ettim. Tiyatro sahnesinden farksız bu hayatta, repliklerinin dışına çıkman gerektiğini ben o gece, hayat sahnesinde, bu üç kişilik oyunda anladım. Eminim bir gün tekrar karşılaşacağız ve göz göze geleceğiz. O zaman belki sarılırız, birlikte ağlarız…