Kalabalıklarından yorgunsan eğer, gel yaklaşık bir A4 sayfa boyutu kadar dertleşelim. Konumuz sadeleşmek üzerine. “Less is more” ve “Az çoktur” tanımlamaları ile hayatımızda son yıllarda daha fazla yer almaya başlayan ve yaşamsal bir devrime yeltenen bu felsefe, kendi hızına yetişemeyip yorulan homo sapiens türünü sinsi ve hızlı bir şekilde ele geçiriyor.
Minimalizm olarak da tanımlanan bu felsefe, aslında tam anlamıyla “rafine” bir yaşamı hedefleyerek, etrafındaki dünyevi ve düşünsel süreçlerini yalınlaştırmanı ve artık hatırlayamaz hale geldiğin saflığına, özüne yakınlaşmanı öğütlüyor. Aslında en basit tabiriyle “kafa yorma” diye tabir ettiğin eylemlerin sayısını azaltarak, düşüncelerini ve ruhunu özgürleştirebilceğini savunuyor. 1960’lı yıllarda sanatta sadeleşme ile ilk defa sesini duyuran bu süreç, şu anda insanların şahsi ihtilali haline gelmiş durumda.
Maalesef istifçi ruhlarımız, aslında hiçbir zaman sahip olmadığımız şeyleri kaybetmekten sürekli korktuğu için kara delik gibi davranırız. Biz insanlar için bizim olduğunu sandıklarımızdan vazgeçebilmek çok zor. Ego olarak nitelendirdiğimiz bencil sen, bunu yapma diye bütün kıtlık bilincini koz olarak oynarken, toplumun ve geçmiş nesillerin öğütleri “aman ha” diye kulağında çınlar durur. Bu reflekslerin arka planında, azalmak yerine eksilmek korkusu ile baş edememe endişesi vardır. Sahip olduklarını azaltırken çoğalma olasılığını göz ardı ederek, eksilmekten korkarsın.
Aslında bu yalın felsefe, yaşamsal bir dengenin gerekliliği olarak karşımıza çıkmış olabilir çünkü tabiat uçları gerçekten sevmiyor ve insanoğlu haddini aşmaya başladı. Evrende sadece biz yaşıyormuşuz gibi lüzumsuz bir duyarsızlık, açlık ve ölümsüzlük iksirinin (!) verdiği yetki ile her şeyin sahibi olmalıymışız gibi hareket ediyoruz. Farkında değiliz ama evren devrim hazırlıklarına son hızla devam ediyor.
Bu konuyu sadece maddiyatla sınırlamak bu felsefeye büyük haksızlık olur çünkü bütün bunların sebebi ruhumuzun yorulmuş olması. Taşıyabileceğimizden fazla, hakikatten uzak, sanal ve yok olup gidebilecek geçici şeylere o kadar çok zaman, kaynak ve enerji harcıyoruz ki evren “yavaşla, hafifle” diye yüreğimize fısıldıyor. Daha çok eşya, daha çok para, daha çok insan, daha çok deneyim… Daha tanımının bir sonu yok, haklısın ama taşıyabileceğin bir bavulun var. Ben buna denge bavulu diyorum. Bir taraf dünyevi diğer taraf ruhani yüklerini yerleştirdiğin iki gözlü bir bavul… İkisine birden veya bir tanesine aşırı yükleme yaparsan, bil ki düşecek yere. Elin hep bavulda, gözün hep düşeceği yerde olacak.
Sahip olma güdünü baskılayabildiğin sürece ruhun da serbestleşecek ve özgürleşeceksin. Aksi takdirde gelmiş geçmiş en sıkı filmlerden birisi olan Fight Club’daki bir replikte duyacağın gibi “things you own end up owning you” yani “sahip oldukların bir gün sana sahip olur”. Sahip oldukça vazgeçemezsin, vageçemedikçe sahiplenirsin, sahiplenilirsin..
Bütün her şeyden vazgeç, içini boşalt demiyorum sana ama yarın neyin var neyin yok elinden gidebileceğini bilerek yaşa ve hayata bu bakış açısıyla tutun. Öldüğünde yanında ne bugün sarıldığın eşyaların olacak ne de çok uçlarda yaşadığın/hissettiğin duygular ve onların kahramanları. Sadece sen olacaksın. Yalnız geldin, yalnız gideceksin. Gelirken taşımadığın bavulu giderken de yere bırakıp gideceksin. Onu sürekli kontrol et, içindeki lüzumsuz ve seni senden uzaklaştıran, yoran ne varsa (eşya, insan, duygu, deneyim, endişe vb.) kurtul hepsinden.
Fazlalıkların gidince hafifliği tadacak ve iyi ki diyeceksin. Farkında ve kontrollü bir azalma, bilinçsiz bir kalabalıktan çok daha iyi… Kalabalığın uğultusu gitsin, gönlünün fısıltısını duymaya başlayacaksın. Hafifle!